CİNSELLİĞİN CİNSİYETİ VAR MIDIR?
CİNSELLİĞİN KADIN YAŞAMINDAKİ KONUMUNUN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİKLERİ BAĞLAMINDA İNCELENMESİ
Bu makalede, Kadın Cinselliğinin günümüz şartlarında geldiği son durum, Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri açısından değerlendirilmiştir. Hem cinsiyet eşitsizliğinin hem de ataerkil sistemin kadın cinselliğine ve bedenine getirmiş olduğu sınırlılıklar ve bunların yansımaları ele alınmıştır.
Kadın cinselliği yok sayıldığı ve bastırıldığı, bu hususta bireysel ve toplumsal farkındalık sağlanmadığı müddetçe Toplumsal Cinsiyet ile ilgili ortaya çıkan sorunlar artarak devam edeceklerdir.
Anahtar kelimeler: Toplumsal Cinsiyet, Cinsiyet, Cinsellik, Kadın Cinselliği, Ataerki, Bekaret, Namus.
GİRİŞ
Cinsellik kültürel ve gelişimsel unsurlarla şekillenen, kognitif, davranışsal ve fizyolojik, unsurları şemsiyesi altında bulunduran bir oluşumdur. Bu sebepten ötürü cinsellik Türkiye’de sosyal değerlerin, inançların ve hükümlerin etkisiyle sonucu tam olarak bilinmeyen bir sınavdır. Bahsi geçen bu sınav cinsel meselelerin ortaya çıkışında bir “etken” olduğu kadar, bu meselelerin yapıcı bir yolla çözüme ulaştırılması için de bir “engel” teşkil etmiştir (Keçe, 2013)
Bütün toplumlarda, cinselliğin kurgulanması ve cinsel eylemlerin bir düzene sokulması, birtakım kültürel, sosyo-ekonomik, siyasi ve dini şartlar açısından değişkenlik arz eder. Bu açıdan bakıldığında dini normlar, yasalar, kültürel ve ekonomik şartlar, siyasi durum, teknolojik ilerlemeler, tabular ve bunun gibi birçok etken; cinsel isteklerin, duyulan hazzın, yaşantıların şekillenmesinde önemli etkiye sahiptir.
Kadınların hem bedenlerini hem de cinselliklerini baskılamayı hedefleyen bazı sistemler, yasal sınırlamaların ötesine geçerek, kadınların giyim veya hareket hürriyetlerini sınırlamak gibi yaygın toplumsal hareketlerden, namus sebebiyle ölümüne sebebiyet vermek ve cinsel organını kesmek gibi yoğun şekilde şiddet barındıran törelere kadar uzanmaktadır.
21. yüzyıla gelinmiş olsa dahi, kadınların bedensel ve cinsel özgürlükleri, hala erkek egemenliğinin hâkimiyeti altındadır. Kadın cinselliğinin ve doğurganlığını kontrol etmeyi hedefleyen sistemler, birçok toplumda süregelen erkek egemen sistemin varlığını günümüzde de devam ettirmesinin en önemli aracıdır. Bahsi geçen bu kontrol, doğrudan kadına yöneltilen baskı ve şiddetle sağlandığı kadar, dolaylı olarak yani; sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik yönlendirmelerle de ortaya çıkan karmaşık bir sistemle ortaya konulmaktadır (İlkkaracan, 2014).
Ülkemizde bunun içinde olmak üzere, Müslüman toplumların ağırlıklı kısmında, kadınların cinselliklerini ve bedenlerini, kadınların kendilerine değil de içinde bulundukları aile yahut topluma ait olarak gören erkeğin hâkim olduğu bir yaklaşım ve tutum sergilenmektedir. Bu görüş, inançlı toplumlarda gelenek göreneklere, törelere ve toplumsal hareketlere olduğu kadar, devlet işleyişine ve yasalara da yansımaktadır. Bu anlayışın, devlet işleyişine ve yasalara aktarımının en bariz örneklerinden biri, Ortadoğu ve Türkiye’ deki ceza kanunlarıdır. Diğer birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi, Ülkemizde de 1926’dan bu yana yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu’nda, kadın bedeni üzerinde erkeğe, aileye ve topluma hak tanıyan bir sistem bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse, kadınların yoğun bir şekilde maruz kaldığı şiddet biçimlerinden olan tecavüz, TCK’da “Kişilere Karşı Suçlar” olarak değil, “Adab-ı Umumiye ve Nizam-ı Aile Aleyhine Cürümler” olarak ele alınmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere bir kadının yüzleşebileceği en olumsuz yaşantıların başında gelen tecavüz, Ülkemizde, bireye yönelik değil, aileye veya toplum adabına yönelik işlenmiş bir suç olarak değerlendiriliyor, buradan hareketle TCK’ya göre kadının bedeni ve cinselliği, kadına değil topluma ve aileye aittir.
Bütün bunların neticesinde açıkça görüldüğü üzere, baskılanan kadın cinselliği özellikle kadının kendine ve kendi bedenine yabancılaşmasına sebep olmuş ve tamiri zor toplumsal etkilere de neden olmuştur. Kadının bedensel olarak farkındalık geliştirmesi, haz algısını arttırması, varoluşsal olarak sahip olduğu özelliklerini bilinçli bir şekilde değerlendirmeyi bilmesi, kadınlığından ya da cinsel yönden ayrım olmadığını görerek eşit şekilde cinsellik olgusunu kendi hayatında var etmesi birçok yönden toplumsal meselelerin de çözüme ulaştırılmasında yardımcı olacaktır.
Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği ve Feminist Yaklaşımlar
Toplumsal hayatta insanlar biyolojik cinsiyetleri ile beraber, biyolojik cinsiyetlerinden kaynaklanan toplumun onlara yüklemiş olduğu birtakım rolleri ve davranış kalıplarını özümsemektedirler. Bu özümseme kendi kendine olmakta ve kişi herhangi bir şekilde sorgulamaksızın mevcut durumu kabullenip hayatının merkezine yerleştirmektedir.
İçinde yaşayarak varlığımızı sürdürdüğümüz toplum modeli, toplumsal bakımdan cinsiyet eşitliği ya da eşitsizliğini ele almamız hususunda bizlere rehberlik etmektedir. Ataerkil toplumlarda yani erkek bireyin daha baskın ve otoriter olduğu toplum modelinde, kadınlık ikinci planda oluyorken, anaerkil yapıya sahip toplumlarda ise erkeklik ikinci planda kalmaktadır. Ataerkil yapıya sahip aileyle, tek eşli ve ataya yani erkek bireyi merkeze alan aile, çok eşli yahut anaerkil yapıya sahip aileye zaman içerisinde üstünlük sağlamıştır. Bahsi geçen mevcut durum hem erkeğin hem de kadının konumunda radikal sebebiyet vermiştir ( Bingöl, 2014). Bu farklılıklar ise bizleri sosyal hayatında birçok yönden eşit olmayan rol modellerini temele alan toplumsal cinsiyet eşitsizliği kavramına yönlendirmektedir.
Kadın ve erkek arasındaki ortaya çıkan ve yüzyıllardır varlığını sürdüren toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortaya koymak adına çeşitli teoriler ve yaklaşımlar benimsenmektedir. Bu yaklaşımların arasında özellikle ön plana çıkan ve güncelliğini koruyan yaklaşımların başında Feminist Yaklaşım gelmektedir.
Genel hatları ile feminizm, toplumsal hayatta kadınların, erkeklerden göre daha üstün olması gerektiğini ileri süren bir algı oluşturmuş olsa da özüne bakıldığında feminizm; cinsiyetler arasında sosyal eşitliği müdafaa eden bir harekettir.
Özellikle Fransız ve İngiliz Devrimlerine bakıldığında feminizm hareketinin ilk aşaması Mary Wollstonecraft’ın ‘’A Vindication of the Rights of Woman’’ (1792) adlı yapıtıyla ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda liberal klasik John Stuart Mill ve Harriet Taylor Mill’in ‘The Subjection of Women’ (1869) isimli yapıtlarıyla sürmüştür. Bahsi geçen bu yapıtlarda kadınların özellikle toplum ve aile içerisindeki mevcut yerleri tartışılmakta, kadın ve erkek cinslerinin eşit olabilmesi için gerekli eylemler ortaya konulmaktadır. Feminizmin ikinci aşaması 1960’larda kendini göstermişken, üçüncü aşamaya post-modern toplumda erişilebileceği savunulmaktadır (Macionis ve Plummer).
Feminist yaklaşım, kendi içerisinde cinsiyet ayrımcılığını sınıflamaktadır. Bunlar; liberal feminizm, sosyalist feminizm ve radikal feminizm şeklinde ele alınmaktadır.
Liberal Feminizm
Liberal feminizmin özü aslında liberal ekonomik görüşten gelmektedir. ‘’Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.’’ ifadesi ile birlikte özgürlükçü finansal sistemi liberal görüş gibi liberal feminizm de; insanların toplum içerisinde mevcut imkanlardan eşit şekilde faydalanma, eşit eğitim olanaklarına erişmek ve şahsi çıkarlarının arkasından gitmek gibi tüm eylemlerden, her kesimin özgürce ve eşit şekilde faydalanması gerektiği düşüncesini ileri sürerek savunmaktadır (Macionis ve Plummer, 2002).
Sosyalist Feminizm
Sosyalist feminizme baktığımızda ise temelinde Marx’ın çatışma teorisi yer almaktadır. Marx’ın çatışma yaklaşımı açısından, toplumda iktidara sahip olmanın yolu üretim söz sahibi olmaktan geçmektedir. Üretimde söz sahibi olan kontrol ve denetimi bir elde toplayan zümre, toplumda egemen kesimdir. Bu egemen kesim, yalnızca üretim araçlarının kontrol etmekle kalmaz, bununla birlikte ideolojik egemenliği de kontrolüne alır. Üretim bağlarını, sosyal bağlarla zenginleştiren sosyalist feministler de kadın ve erkek arasında görülen baskın bir cinsin oluşundan ve diğer cinsin geri planda oluşundan bahsetmektedirler.
Radikal Feminizm
Radikal feminizm ise daha çok erkeklerin iktidar ve ayrıcalıkları ile şekillenen bir sosyal sistem olarak ataerkilliğe yoğunlaşmakta ve sosyalist temelli bir devrim hareketinin bile ataerkilliğe son veremeyeceğini ileri sürmektedir (Payne, 1997).
Bir başka radikal feministlere açısından ise, toplumda iktidar sahibi bir erkek ideolojisinin ötesinde, kadın iktidarının ve gücünün varlığı desteklenmelidir (Coleman, 2002). Fakat bu şekilde ele alındığında; egemen bir zümrenin varlığı toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sonlandırmak açısından sorunlu olmaktadır. Bunun sebebi ise feministlerin asıl ideolojisinin, kadın cinsinin iktidar ve baskısından öte, kadın ve erkek cinsinin eşit olmasıdır.
1960-70’lerde ortaya çıkan radikal feminist kuram kadın, erkek eşit haklarının elde edilmesinin cinsiyetler arasındaki eşitsizliği gidermediğini farketti ve eşitsizliğin kaynağının kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farktan kaynaklandığını ileri sürdü. Bu bağlamda, kadınların toplumsal olarak ikincilleştirilmesinin nedeninin kadının cinselliği ile ilgili olduğunu ileri süren Firestone, kadının cinselliğinin düzenlenmesi sonucunda erkek egemenliği altında yaşadığını belirtir. Kadının kurtuluşu için, ailenin yani heteroseksüel seks kurumunun ortadan kaldırılması ve üreme için rahim dışı yollar geliştirilmesi gerektiğini savunur (Karaca, 2011).
Cinselliğin Tarihsel Olarak İncelenmesi
Duby’e göre, (1992) izin verildiği kadarıyla cinselliğin tarihi günümüze kadar uzanmıştır ve ortaya çıkarabildiğimiz kadarıyla bu tarih karışık ve belirsiz bir yapıdadır. Araştırmalar da gösteriyor ki, cinsellik ile ilgili ortaya konulan incelemelerin çoğu Amerika ve Avrupa kaynaklı bilgiler olma özelliği taşımaktadır. Ülkemizde cinsellikle ilgili ortaya konan çalışmalar ele alındığında ise bunların büyük bir kısmının sağlık bilimleri alanında ortaya konulduğu görülmektedir. Son zamanlarda sosyal bilimler alanında da cinsellik ile ilgili yapılan çalışmalarda artış gözlenmektedir. Aynı zamanda bu çalışmaların büyük bir bölümünün ise kadın merkezli çalışmalar olduğu görülmektedir.
Foucault (2010) ve Bauman’ın (2005) da ifade ettiği üzere, cinsellik toplumsal olarak oluşturulmaktadır. Cinselliği içinde barındıran insan doğası, tarihsel ve toplumsal farklılaşmalarla yapılandırılmaktadır. Cinsel ilişkiler, inançlar ve kimlikler arasında yer edinen toplumun ve dönemin yargılarını ortaya koymaktadır. Günümüzde cinselliği, kültürel yapıları ve yansımalarını anlamak için geçmişteki sosyal yönelimlerle ilgili bilgi sahibi olmalıyız. Cinselliğin daha çok konu edildiği Batı toplumu, cinselliğin tarihsel gelişimi ve ele alınma yöntemleri günümüzle ilgili önemli ipuçları sağlamaktadır.
Batılı toplumlara bakıldığında cinselliğe bakış açılarında 3 dönüm noktası bulunmaktadır. Bunlar: Viktoryen dönem, Hristiyan öğretisi ve kilise hukukudur. Kapitalizmin yaygınlaşmasıyla beraber günümüzde kendini gösteren biyo-politik ifadeler de önemsenmelidir. Cinsellik tarihsel açıdan değerlendirildiğinde karşımıza çıkan ilk şey, iktidarların terk edemediği denetleme isteğidir. İktidarlar tarih boyunca din ve hukuku da kullanarak cinsellik üzerinde denetim sağlama arzusu gütmüşlerdir (Foucault, 2010).
Roma uygarlığı ve Antik Yunan dönemlerinde cinselliğe olumlu anlamlar yüklenirdir ve hem cins olan kişilerin arasındaki ilişki hoş karşılanırdır, Hristiyanlık ile beraber üreme maksadı haricinde cinsel ilişkiden uzak durmak ve bekaret önem verilen değerler olarak ön plana çıkmıştır.
17. yüzyıla bakıldığında iktidarlar bu dönemde otoritelerini bedene yönelik cezalar ile güçlenmektedirler. İktidarın sapkınlık olarak nitelediği davranışları sergileyenleri insanların önünde bedenleri üzerinden cezalandırmaktadır. 19. Yy. kadar iktidarın asıl hedefi cinsellik vasıtasıyla disiplini sağlamaktır. Bu şekilde, arzunun düşünsel ve pratik limitlerini kendi belirleyerek sapkın ve normal olarak nitelediği davranışları tarif edip cezaların ve yaptırımların gölgesinde yönetimi ve disiplini sağlar. 19 yy. sonrasında ise cinsellik iktidarlar tarafından bir kontrol aracı olarak görülmüştür. İktidar bahsi geçen bu kontrolü gizlice yürüttüğü nispette başarıya ulaşmaktadır. Uygarlık tarihi boyunca kademe kademe birbirinin devamı niteliğinde olan, tarım, sanayi ve bilgi toplumları kendilerine özgü üretim yollarıyla kültürün birçok özelliğini ortaya koydukları gibi, “cinsel baskının” toplumsal rengini de ortaya koyar (Caner, 2015).
Amerika’da 1970 ve 1980’li yıllarda cinsel liberallere ve sapkınlara karşı bir hareket yürütülerek cinsel muhafazakârlık için bir gündem ortaya konmasını sağlayan Yeni Sağ’ın yükselişi, cinselliğe yönelik siyasi bir hareketliliğe sebebiyet verdi. 19. yüzyıl boyunca insanlar arasında farklı gruplar için evlilik bağlarının ortaya çıkışı, ekonomik değer yargılarının ötesinde farklı fikirlerle yapılandırılmıştır. Böylece dıştan bakıldığında sıradan bir demografik istatistik olan bu durum, aslında cinsellik konusunda tarihsel bir hareketin başlangıcı olmuştur. Kadın kitle nüfusu için ilk kez cinsellik olgusu, hamilelik ve doğum döngüsünden ayrışmıştır. Aile yapılarındaki niceliksek değişimler, modern korunma tekniklerinin tatbik edilmesinin bir şartı olmasıyla beraber bir o kadar da sonucudur. Fakat aile planlaması hareketi özellikle I. Dünya savaşı bitene kadar çoğu ülkede pek de etkili olmamıştır. Cinsellik, seksin üreme gereksinimlerinden parça parça ayrışmasının bir bölümü olarak doğmuştur. Üreme noktasındaki teknolojik gelişmelerin daha da ileri taşınmasıyla, bahsedilen bu ayrışma artık günümüz şartlarında tamamlanmıştır. Çünkü hamilelik günümüz şartlarında artık yapay olarak engellenmekle kalmayıp yine yapay yollarla üretilebilir hale gelmiştir. İşte bu yüzden cinsellik sonunda tümüyle özerkleşmiştir. Cinsel devrim özünde iki temel unsur içermektedir. Bunlardan birincisi kadınların cinsel özerkliğindeki devrimdir. İkincisi ise, erkek ve kadın homoseksüelliğinin yaygınlaşmasıdır (Giddens, 2010).
Batı toplumlarında cinsellik ile ilgili gelişmeler bu şekildeyken, Müslüman toplumlar cinsellik konusunu nasıl görmüşlerdir? Batı’da kendini gösteren cinsel devrim neden Müslüman toplumlarda gerçekleşememiştir? Müslüman toplumlarda cinsellikle ilgili değişimler olmuş mudur? Bunlar cevap aranması gereken sorulardır. Müslüman toplumların cinselliği ne şekilde ele aldığını net bir şekilde ortaya koymak hiçte kolay değildir. Din, sadece kutsal kitapla kalmayıp, birçok sözlü kaynaktan da oluşmaktadır. Bununla birlikte geniş bir coğrafyaya yayılmış olduğundan dolayı, çeşitli kültürel yapılarla beraber birbirinden farklı uzlaşmalara ulaşmaktadır. Müslüman toplumların çoğunda, kadın bedeninin ve cinselliğinin kadının kendisinden çok aile ve topluma ait olduğu görüşünün hakim olduğu erkek egemen toplum anlayışı yer etmiştir. Laikleşme süreçleriyle ile birlikte, sanayileşmiş toplumlarda, Türkiye’de, Batı’da ve üçüncü dünya ülkelerinin bir bölümünde gelişen ve yaygınlaşan liberalleşme eğilimi ve bireysel farklılığa gösterilen anlayışta olumlu yönde bir değişim ve cinsel çeşitliliğin tanınması söz konusudur. Tüm bu gelişmelerin gerçek davranışlar üzerinde sağlayacağı etkiyi ölçmek tabi ki daha zordur. Bu çalışma bu açıdan bakıldığında, bu gelişmelerin tezahürlerini bulmayı amaç edinmiştir (Bahar, 2018).
Cinsiyet ve Cinsellik
İnsan ırkının davranışlarına yön veren en bariz ve baskın tarafı cinsiyettir. Cinsiyet, Batı ve Latin dillerinde sıklıkla kullanılmakta olan ‘seks’ kelimesi ‘’section’’dan (bölünme) türemiştir. Bölünme cinselliğin iki cins arasında yani kadın ve erkek arasında sebep olduğu ayrılmaya dikkat çekmektedir. Cinsiyet çoğunlukla bir türün özelliklerine işaret ediyorken, aynı zamanda diğer türden olmama ve o türün özelliklerini yansıtmama anlamına gelmektedir (Bakkal, 2016).
‘‘Cinsiyet’’ kavramı çoğu kez bir kişinin genetik, biyolojik ve fizyolojik niteliklerini açıklamada kullanılmaktadır. Fiziksel ve biyolojik niteliklerine dayalı kimlik açıklamasında karşımıza yalnızca iki tür çıkar: erkek ya da kadın olmak (Sabuncuoğlu, 2006).
Türkçe’de ‘’seks’’ kelimesinin karşılığına baktığımızda cinsellik kelimesiyle karşılaşırız. Cinsellik, bünyesinde bilişsel ve davranışsal gibi farklı bileşenler barındıran, kültürel etkiler, mitler ve değer yargıları ile şekillenen psikolojik, sosyal ve biyolojik tarafları bulunan karmaşık ve özel bir yaşantı olarak ifade edilebilir. Biyolojik yönü, temelde üremeyi içine almaktadır. Değer yargıları, inançlar ve geleneklerle içine alır. Sosyal yönü ise, iki bireyin birlikteliğini işaret eder. Psikolojik yönde daha çok duygusal paylaşım yoğunluğunun önem arz etmektedir. Bu yönüyle kişilerin “bir olma, yakınlaşma ve bütünleşme” ihtiyaç ve arzularının ortaya çıkmasına yardımcı olur. Çünkü bireylerin duygusal paylaşımlarına paralel olarak cinsel davranış şekilleri de farklılaşabilmektedir. Bu yönüyle kendine özgü bir yaşantı şekli olan cinselliğin normalite sınırlarının belirlenmesi oldukça güçtür (Keçe, 2013).
Toplumsal cinsiyet kavramsal olarak ilk defa Amerikalı psikiyatr ve psikanalist olan R. Stoller tarafından 1968 yılında ‘Sex and Gender’ (Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet) adlı eserinde kullanılmıştır. Stoller özellikle erkeklik ve kadınlık durumlarının birbirinden ayrışan kavramlar olduğunu ortaya koymak için eserinde bu kavramdan bahsetmiş ve sosyal bilimler alanına kazandırmıştır (Gonzales and Seidler, 2008).
Cinsiyet kavramı, biyolojik açıdan insan ırkını kadın ve erkek olmak üzere iki gruba ayırıp, o kimlik altında bir araya getiriyorken; toplumsal cinsiyet kavramı ise, biyolojik kimliğe bakarak, toplumun o kimlikten isteğini, davranış ve rol kalıplarını açıklamak için kullanılmaktadır. Cinsel kimliklerin arasındaki ilişkinin temel iki yönü olan toplumsal ve kültürel boylarına işaret eder.
Biyolojik yönüyle ‘’kadın ve erkek’’ olmak, sonradan değil doğuştan gelen ve bir ömür süregelen kavramlarken, toplumsal cinsiyet ‘’kadınlık’’ ve ‘’erkeklik’’ durumlarına dikkati çeker. Biyolojik açıdan kadın ve erkek olmak doğuştan sahip olunan evrensel olan kavramlarken, kadınlık ve erkeklik ise toplumsallaşma aşamasında sonradan öğrenilen ve kazanılan, zamanla da farklılaşabilen kavramlardır (Hepşen, 2010).
İnsanlar iki cinsiyet ile dünyaya gözlerini açarlar. Her geçen gün daha fazla toplumsal yaşama karışarak hem psikolojik hem de sosyolojik yönden, kadın ve erkek stereotiplerini, kodlarını, ülkülerini öğrenme fırsatı bulurlar. Cinsiyet, biyolojik açıdan verili olan ve kişiyi dişi veya erkek yapan fiziksel niteliklerdir. Toplumsal cinsiyet (gender) ise daha farklı olarak, kültürel ve sosyal yönüyle ortaya konan cinsiyet rollerine temsil etmektedir. Amerikalı feministlerin sarf ettiği çabalar sonucunda toplumsal cinsiyet kavramı, en genel karşılığıyla cinsler arasındaki münasebetin toplumsal yönüyle örgütlenmesini ifade etmek maksadıyla kullanılmaktadır. (Marshall, 1999). Cinsellik ve toplumsal cinsiyet kavramlarına yönelik algı birbirini tetikleyen eklektik kavramlardır. Bunlardan birinde meydana gelecek değişim diğerini de etkilemektedir.
Gelişim psikolojisi ve sosyolojisi gibi alanlarda birçok araştırmanın ortak sonucu, toplumsal cinsiyet ve cinsellik kavramlarının sosyalizasyon aşamasında kendini bulan kavramlar olduğu şeklindedir. Psikanalitik yaklaşımın kurucusu olan Freud toplumsal cinsiyetle ilgili olarak, toplumsal cinsiyetin biyolojik ayrılıklar esas alınarak temellendirildiğini belirtmiştir. Aynı zamanda Freud toplumsal cinsiyetin oluşumuna ilişkin yaklaşımını “libido” kavramıyla ifade eder. Libido, özü biyolojiğe dayanan cinsel enerji olarak tanımlanmaktadır (Bahar, 2018).
Ataerki, Namus, Bekâret ve Ahlak
Ataerkil düzenin denetim sitemlerinden en önemlilerinden biride kadın cinselliğidir. Ataerkil düzenin ortaya çıkardığı toplumsal cinsiyet rolüne bakıldığında, kadınlar evlilik haricinde cinsel birlikteliğe asla yeltenmemeli, her türlü cinsel haz ve kurdan kendini alı koymalıdır. Eril söylemin namus, edep, ahlak, bekaret ve onur gibi ifadeleri kadın cinselliğine yönelik denetim kavramlarını meydana getirmektedir. Kadın evleneceği güne kadar ailesinin özellik abi ve babasının namusu olarak görülmektedir. Aynı zamanda evlenene kadar bir ikinci şahsa yönelik cinsellik içeren davranışlarda bulunmayarak “ailesinin” namusunu muhafaza etmelidir (Mernissi, 2014). Evlendikten sonraki yaşamı boyunca, kadının namusundan artık eşi sorumludur ve kadın artık namusunu eşi için korumalıdır. Görüldüğü üzere ataerkil düzende kadına kendi bedeni üzerinde hiçbir şekilde söz hakkı verilmemektedir. Eril ideoloji kadını ikiye ayırmaktadır. Bunlar: anneler ve cinsel zevk nesnesi olarak görülen kadınlardır. Ataerkil düzenin şifreleri içerisinde sosyalizasyon aşamasını tamamlayan kadınlar da bu şifrelemeleri özümseyerek hemcinsleri içinde denetimi devam ettirmektedirler. Kısaca ifade etmek gerekirse ataerkil ideoloji kadınların cinselliğini kontrol altında tutmak adına kılık kıyafetleri, eylemleri, dini, ailesel, sosyal ve kültürel davranış kuralları, örf ve adetler yoluyla dikkatle izlenmektedir.
Ataerkil yapının kadınlar açısından değişmeyen evirilmeyen kavramları, namus ve bekârettir. Namus, anlamsal açıdan kültürden kültüre farklılaşmakla birlikte, toplumsal cinsiyet şemalarıyla iç içe olan bir mülkiyet şeklidir (Marshall, 1999).
Bekâret ise en yaygın kullanılan anlamıyla, kişinin cinsel ilişkiye girmemiş olmasını kastetmektedir. Bekâret kavramı, cinsiyetler için farklı şekillerde türetilmiştir. Erkekler için bakir, kadınlar içinse bakire olarak ifade edilmektedir. Bahsi geçen kavramlar; sembolik olarak, dokunulmamış olma, temizlik, saflık manalarına gelmektedir. Bekârete atfedilen önem, birçok Müslüman kesimde ne kadar modernizasyon aşamalarında farklılaşmış olursa olsun, erkek egemen anlayışının yapı taşlarından biridir. Bekâret her kadın ve erkek cinslerinin her ikisi için de var olsa da, maalesef ataerkil ideolojide ilk akla bekâretin “esas” sahibi kadındır, aynı zamanda kadının bekâreti bütün aileye temsil eden bir değerdir. Kadın açısından bekâret hem kendi özdenetiminde, hem de hemcinslerinin, çevrenin, ailenin denetimindedir. Türkiye veya benzeri toplumsal yapıda ki ataerkil ideolojinin güç sahibi olduğu toplumlarda bekâret sosyal bir olgudur. Fakat bu denetim erkekler açısından geçerli değildir. Mernissi’ye göre; erkekler bireyler bulundukları konumları, doğayı yahut mekânları kontrol altına tutarak değil, akraba ya da yakını olan kadınları kontrolü altında tutarak elde eder (Mernissi, 2014). Yani hemen hemen bütün toplumlarda, kadınların bekâreti erkekler için bir mesele olmuştur, kadınların bu hususta da söz hakları olmamıştır. Kadın cinselliğinin kontrol edilmesinin en basit yolu bekâret yani kızlık zarının kontrol edilmesidir. (Bora ve Üstün, 2005). Bazı canlıların dişilerinde rastlanılan kızlık zarı, adet dönemine kadar organizmayı mikroorganizmalara karşı korumaya yöneliktir. Zarın varlığı özünde fizyolojik bir durumdur. Fakat toplumlara bakıldığında bu durum namusun tek göstergesi olmuştur (Bora ve Üstün, 2005). Bu durum daha çok aile ve ataerkil dayatmanın boyut değiştirmiş hali olarak görülmektedir. Henüz evlenmeden cinsel birliktelik yaşayan kadınlar kendi arzularını yok saymadan, ataerkil sistemin beklentilerini gidermeye yönelik bu tür eylemler gerçekleştirmektedirler. Bu da kadının bedeni üzerinde tasarrufu olmadığının ortaya koyan durumlardan biridir. Üstün ve Bora’nın çalışmasının belirttiği üzere (2005) namus, mutlak olarak, evlilik dışı cinsel ilişkinin gerçekleşmemesi durumuna karşılık kullanılmaktadır. Evlilik dışı cinsel ilişkisi olmamış her kadın da namuslu kadınlar olarak görülmektedir. Kadınların ilk cinsel birlikteliği ile bekâretlerini ve saflığını kaybettiğini düşünen bir zihin yapısı vardır, boşanmış veya dul kadınlara bakış açısı ise potansiyel olarak namussuz olduklarına yöneliktir.
Bora ve Üstün’ün gerçekleştirmiş olduğu araştırmalarında (2005) belirttikleri bir başka husus ise, kadınların çocukluktan döneminden itibaren cinsellikle alakalı konularda baskılandıklarıdır. Çocukluk döneminden itibaren kız çocukları oynadıkları oyunlarda dahi giyimleri ile ilgili olarak uyarılır. Kazara dahi olsa iç çamaşırlarının görünmesi ayıptır. Erkek çocukları ise tam tersine akraba ve komşulara erkeklik uzuvları teşhir edilerek gurur duyulmaktadır. Görüldüğü üzere ataerkil yapıda erkekler, erkeklik uzuvlarına dayalı olarak cinsel zaferler için pekiştirilir. Bu şekilde erkekler cinselliği, gurur duyma esasına dayalı olarak öğrenirken, kadınlar cinselliği utanç duyma esasına dayalı olarak öğrenmektedir (Cindoğlu, 2014). Foucault’ya göre ahlak, bireylere ve gruplara, aile, kilise, eğitim kurumları gibi bir takım teşvik edici vasıtalar aracılığı ile önerilen bir eylem ve değerler bütünüdür (Foucault, 2010).
Freud, aşk psikolojisi ile ilgili yazmış olduğu üç makalesinde, bize ataerkil bilinçaltının güdülenmesini ve davranışlarım gösterir. Her şeyden evvel, bizlere bekaretin bireyin belleğinin en ücra köşelerinde saklı yattığını ve erkeklerin kadınlardan karşı olan korkusunun bir yansıması olduğunu anımsatır; bahsi geçen bu korku, birincil olarak, kadının erkeğe karşı ezici üstünlüğünden -sadece kadın kanda ve kandan hayat yaratabilir- ve ikincil olarak ise kadınların itaatkar dış görünüşlerinin altında intikam düşüncelerinin olduğuna yönelik şüphelerinden kaynaklanır. Erkekler sevgi ile cinsellik arasına da barizbir ayrım koyar: Bu yüzden “saygı duydukları” karılarını frijit hale getirirler ve cinsel arzuları için çoğunlukla “daha düşük seviyelerdeki” kadınları tercih ederler -dün köleleri, bugün fahişeleri. Bu ayrımın mantıksal nedeni, Freud’un psikolojik bir olgu olarak ortaya koyduğu iktidarsızlıktır: Kendi kıstaslarına göre “ideal” olan ve saygı gösterdiği bir partnerle cinsel birliktelik kuramayan ve bunu yalnızca para karşılığı veya hor gördüğü bir kadınla yapabilen bir erkek. Freud’un makalelerini incelediğimizde, patolojik olanın garip davranışlarını incelemeye yönlendirir -kadının bedeninden rahatsızlık duymak ve onun mükemmelliğini bozmak, onu çirkinleştirmek adına bütün uğraş veren bir sistemin isteklerine uygun olarak erkek olmaya kâfi gelecek kadar kendilerini sakatlayamayan insanların eziyet dolu ve eziyet veren aşklarının neticeleridir bunlar (Mernissi, 2014).
SONUÇ
Ruh ve bedenin iyilik halinin önemli ögelerinden biri olan cinsellik; Ülkemizde hem toplumsal hem de dini yönden tabu olarak görüldüğü için, açığa çıkarılması zor toplumsal meselelere sebep olabilen bir dürtüdür (Keçe, 2013).
Cinsellik yaklaşımları çoğunlukla toplumsal cinsiyet rollerine temel alarak şekillenir. Bu anlayış ülkemizde çocuklara çok erken yaş dönemlerinde aktarılır. Örneğin, bazı ortamlarda erkek çocuklardan, akrabalara ve komşulara cinsel organlarını teşhir etmeleri istenir ve bu durumla övünmelerinin beklenmesi sıklıkla karşılaşılan bir durumken, kız çocuklar ise bu durumun tam tersi olarak, oyun oynarken veya kazara dahi olsa, külotlarının bir an dahi görünmesinin çok ayıp olduğu şeklinde ikaz edilir. Kadınların cinselliğe yönelik olumsuz yönde gelişen çağrışımları, ayrıca kadının bekâretinin evlenene kadar korunması gerektiğine dair baskıcı tavırlar ve bazı toplumlarda, “gerdek gecesinde” bekâretin ispatı olması için kanlı çarşafın sunulması gibi geleneklerin devam ettirilmesiyle daha da pekiştirilmektedir. Eğer ki kadın, evlendiğinde bakire olduğunu ispat edemezse, horlanma, aşağılanma ve hatta öldürülme gibi tehlikelerle karşı karşıya kalabilmektedir. Ayrıca, erkeklerin evlilikten evvel cinsel ilişkiye girmelerine kadınlar kadar tepki verilmemekte, hatta bazı yörelerde evlilik öncesi ilişkiye teşvik edilmekte ve sahip olunan bu cinsel deneyim çoğu durumda “erkekliğin” bir ispatı olarak yansıtılmaktadır (İlkkaracan ve Seral, 2014).
“Kadın ve cinsellik” Ülkemizde hala kırılması güç bir tabu olarak yerini korumaktadır. Bu konular, gerek mevcut eğitim sistemi içerisinde gerekse aile içerisinde pek konuşulmadığından, çoğu kadının cinsellikle alakalı olarak bilgiye ulaşma ihtimali çok düşüktür hatta yoktur. Sıradan bir yetişkin eğitimi içerisinde konuya temas edilmesi, olsa olsa, üreme sağlığı eğitimi vasıtasıyla olabilmekte, onda da çoğunlukla teknik bir yaklaşım sergilenmektedir. Kontrol ve baskı altına almaya dair toplumsal ve kültürel bakış açıları ifade edilmemektedir; arzu ve haz hususlarında psikolojik ve kişisel bakış açılarına yer vermesiyle çok daha uzak bir ihtimaldir. Birçok kadının cinsellik ile ilgili kısıtlı bilgileri, çoğunlukla, kadınların cinsel tecrübesini önemli ölçüde kısıtlayan katı davranış kalıplarına, toplumsal mitlere ve doğru olmayan bilgilere dayalıdır. Toplumsal cinsiyet rollerinin kaynaklık ettiği cinsellik yaklaşımları, bir takım toplumsal mitlerde ve yaygın deyişlerde ortaya konulmaktadır. Bunlar: “Kadınlar yapılarından dolayı cinsel yönden pasiftir, erkeklerse yapılarından dolayı cinsel yönden aktiftir”, “Erkeklerin cinsel dürtüleri kadınlara göre daha fazladır” ve “Kadının cinsel yönden aktifliği menopozdan sonra biter” vb.. Bunların neticesinde ortaya çıkan izlenim, erkeklerin kesinlikle cinsel boşalmaya gereksinimleri olduğu, kadınlar açısından ise cinselliğin sessiz bir şekilde kabullenilmesi gereken bir yük, amacı dünyaya çocuk getirmek olan, haz ve zevk kavramlarından uzak bir sorumluluk olduğudur. Bu durum, kadınların cinselliğini baskı altında tutmayı, ortadan kaldırmayı ve kontrol etmeyi amaçlayan bir sosyal yapıdır (İlkkaracan ve Seral, 2014).
Kadınların kendi cinsellikleri ile alakalı olan olumsuz mesajları özümsemeleri, çoğu kadının cinsel deneyimleri noktasında özgürce ve bilgi kaynaklı kararlar almasını zorlaştırmış, bu yüzden kendileri için dengeli bir cinsel yaşam sürebilme imkânlarını sınırlamıştır. Çoğu kadının, cinsellik dendiğinde aklına haz değil, suiistimal, kontrolsüzlük ve zorbalık gelmektedir. Kadınların cinsel yaşamlarını daha verimli ve kontrollü yaşamalarına imkân tanıyan ve cinselliği olumlayan bir yaklaşım ortaya koyma noktasında ki gereksinim oldukça açıktır.
KAYNAKÇA
1. Caner, E. (2015). Cinsellik Üzerine Toplumsal Fragmanlar. İstanbul: Su Yayınları.
2. Bahar, M. (2018). Y Kuşağında Cinsellik Algısı İncelemesi: İzmir Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü
3. Bakkal, S. (2016). Erkek Tüketim Ürünlerinde Kadın Bedeninin Cinsel Obje Olarak Temsili, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
4. Bora A. ve Üstün, İ. (2005). Sıcak Aile Ortamı- Demokratikleşme Sürecinde Kadın ve Erkekler. İstanbul: Tesev Yayınları.
5. Coleman, James William ve Kerbo, Harold R (3003). Social Problems: A Brief Introduction, Second Edition, Prentice Hall, New Jersey
6. Cindoğlu, D. (2014). Modern Türk Tıbbında Bekaret Testleri ve Suni Bekaret. P. İlkkaracan. (Ed.). Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik, İstanbul: İletişim Yayınları.